“SENİ DÜNYALAR KADAR SEVEN ARKADAŞIN…””

            Aylin’in babaannesinin evi, oldukça eski bir binanın en üst katında, kalorifersiz bir daireydi. Bu nedenle, kış aylarında babaanne-torun, oldukça geniş olan dairenin sadece küçücük, sobalı bir odasını kullanabiliyorlardı. Bu odaya, zorlukla yanan, bacası çekmediği için sık sık odayı duman içinde bırakan bir kömür sobası yerleştirilmişti. Odanın sol tarafındaki köşede, yeni alındığı her halinden belli olan ve Aylin’in oturduğu yerden rahatlıkla kontrol edebilmesi için alınan, uzaktan kumandalı bir televizyon vardı. Televizyonun karşısında, kahverengi, kalınca bir örtüyle örtülmüş, üzerine oturulduğunda garip gıcırtılar çıkaran somya vardı. Aylin ve babaannesi burada oturur, yemeklerini de odanın ortasındaki küçük, dikdörtgen masada yerlerdi.

            Aylin, on altı yaşında, spastik bir genç kızdı ve özrü nedeniyle hareketlerini istediği gibi denetleyemiyordu. Okumayı küçük yaşta annesinden öğrenmiş fakat kalem kullanarak yazı yazamadığı için okula kabul edilmemişti. Okumayı çok sever, bulduğu her şeyi büyük heyecanla okurdu. Özellikle de psikolojiye ilgi duyuyordu. Bu konuda ailesinden de büyük destek görmüş ve kendini yetiştirmeyi başarmıştı. Annesi, sivil havacıydı ve ancak hafta sonları evde olabiliyordu. Aylin de, özel ihtiyaçlarını yardımla karşılayabildiği için, hafta arası babaannesinin evinde kalıyordu.

            Bir sabah Aylin, oturma odasında kahvaltısını beklerken, her zamanki alışkanlığıyla, babaannesinin az önce salondan getirip, masanın kenarına koyduğu gazeteyi aldı ve okumaya başladı. “Her günkü sıradan haberler…” diye düşündü. Daha sonra da, gazetenin o günkü ilavelerine göz gezdirmeye başladı. İlavelerdeki haberler de, diğerlerinden pek farklı değildi. Sanki sabah sabah özellikle moral bozmak için basılmış, ölüm ve kaza haberleriyle doluydu tüm gazeteler…

            Bıkkınlıkla gazeteleri bir kenara atmaya hazırlanırken, sanki onun okuması için özellikle basılmış olan bir haber gözüne ilişti. Haber, bitkisel hayata giren bir genç kızla ilgiliydi. Aylin, heyecanla okumaya başladı.

            Melis, yirmi sekiz yaşındaydı. Yirmi yaşındayken çok ağır bir hastalık geçirmiş, ateşi kırk bir dereceye kadar yükselmişti. Ailesi, ateşini düşürmek için ellerinden geleni yapmış, fakat bunu başaramamışlardı. Daha sonra hastaneye götürmüşler, uzun süren bir tedaviden sonra Melis iyileşmişti fakat bir süre sonra ikinci kez yükselen ateş, beyinde büyük bir hasara yol açmış ve genç kızı tümüyle yatağa bağlamıştı. Annesi ve babası, boğazında biriken tükürüğü, özel bir cihazla temizliyorlardı ve bilincinin yerinde olup olmadığı bile tam olarak bilinmiyordu. İlgilendiği ve tepki verdiği şeyler de, yok denilecek kadar azdı.

            Aylin’in o güne kadar çevresinden aldığı mesajlar ona, özürünün “engel” değil, yaşamının bir parçası olduğunu hissettirdiğinden, spastik olmayı bir sorun olarak kabul etmiyor ve şu anda gazetedeki haberi de üzüntü duyarak değil, “Acaba Melis abla için ne yapabilirim?” düşüncesiyle okuyordu. Birden, şu sözler Aylin’in beyninde şimşek gibi çakmıştı. Melis’in annesi: “Melis konuşamıyor ama söylenilenleri anlıyor.” diyordu ve belki de bu cümle, olağanüstü bir dostluğun başlangıcı olacaktı…

            Gazetede Melis’in adresi de yayınlanmıştı. Aylin, annesine gösterebilmek için hemen o cümleyi tükenmez kalemle işaretledi ve artık tek düşünebildiği şey, bir an önce eve dönüp, Melis’e mektup yazmaktı. Eğer Melis bazı şeyleri anlayabiliyorsa, ona yaşama sevincini verebilir, her şeye rağmen hayata bağlayabilirdi arkadaşını. Hatta, bilinçli tepki bile alabilirdi Melis’ten. Gerçi onu bugüne kadar birçok doktor muayene etmişti ve hiçbiri Melis’in bir gün iyileşebileceğini söylemiyorlardı ama Aylin’in elinde, Tıp Bilimi’nden çok daha büyük bir güç vardı: SEVGİ…

Sevgiye yürekten inanan bir gençti Aylin ve arkadaşına da, onun gereksinim duyduğu sevgiyi verebilirse, Melis’in daha iyi bir duruma geleceğini düşünüyordu. Ancak bu, zorlamayla oluşabilecek bir sevgi değildi. Doğal olmayan her şey insanın üzerinde yama gibi dururdu; sevgi de böyleydi.  Yapmacığı, gerçek olmayanı göze batar, rahatsız ederdi ama Aylin’in içinde doğan duygu, sahte değil, gerçek ve coşkuluydu. Evet, sevgiydi bu…

            Heyecanla beklenen hafta sonu gelip çatmıştı. Aylin, sonunda evine dönmüş, okuduğu haberi de yanında getirmişti. İlk olarak, tükenmez kalemle işaretlediği cümleyi annesine okutmuş ve ona, Melis ablaya mektup yazma kararını açmıştı. Bu kararı annesi de onayladı ve hatta o da Melis’in anne ve babasına bir mektup yazdı; mektubun sonuna telefon numaralarını da ilave etti. Aylin ise, önceden almış olduğu kararı bir an önce uygulamaya koyabilmek için doğruca odasına giderek, bilgisayarının başına oturdu.

            Melis’in hiç arkadaşı olmayabilirdi. Yalnızlık, insanı bunaltır, yaşama coşkusunu yok edebilirdi ve Aylin, Melis’in arkadaşı olmaya karar vermişti. İşte bu düşüncelerle Melis’e, durumuna üzülmemesi gerektiğini, yaşamın tüm zorluklara rağmen çok güzel olduğunu anlatan bir mektup yazmıştı. Ertesi gün, Aylin’in annesi Nermin hanım, yazmış oldukları iki mektubu da gazetede yayınlanan adrese postaladı.

            Melis’in mektubunu gönderdikten birkaç gün sonra Nermin Hanım elindeki telefonla Aylin’in odasına geldi. Arayan, Melis’in annesi, Meral Hanımdı. Mektupları o gün almışlar ve öylesine etkilenmişlerdi ki, Meral hanım hemen telefona sarılmıştı. Hem Aylin’in mektubunu övüyor, hem de ağlıyordu. Aylin bu ağlayışın nedenini anlamakta güçlük çekti. “Mektuplar hoşlarına gittiyse, Meral teyze niçin ağlıyor?” diye düşünüyordu ama az sonra bu sorunun yanıtını anlayacaktı.

Annesiyle Meral Hanım konuşuyorlardı. Meral hanım, bugüne kadar hiç kimsenin onlara böyle bir destek vermediğini söylüyordu. Daha sonra telefonu Aylin aldı ve Melis’in annesiyle konuşmaya başladı. İlk tanışma cümlelerinden sonra Meral Hanım Aylin’e, “Yavrum ALLAH sana şifa versin.” dedi. Aylin ise, “Ben hayatımdan memnunum…” diye cevap verdi.

Böylelikle genç kızın az önce düşündüklerinin yanıtı da ortaya çıkmıştı: Meral hanım ağlıyordu, çünkü kızının durumuna üzülüyor, hatta ona acıyordu ve aynı duyguları, spastik olduğu için Aylin’e karşı hissediyor olmalıydı.

Daha sonra Aylin, Meral Hanıma, “Mektubumu Melis ablama okudunuz mu?” diye sordu. Meral hanımın cevabı şöyleydi: “Ah yavrum, Melis bir şeyden anlamıyor ki…” Bu sözler üzerine Aylin defalarca rica ederek, yazacağı mektupları arkadaşına okumaları için söz almayı başardı. Melis’e, bu dünyada ona değer veren insanların ve en önemlisi de, onu bütün kalbiyle seven ve onun için elinden geleni yapmaya hazır olan bir ARKADAŞININ olduğunu hissettirmek istiyordu.

Telefonu kapatmadan önce Meral Hanım, Aylin ve ailesini evlerine davet etti. Tabii ki bu davete en çok sevinen Aylin olmuştu. Belki Melis’in yanında olabilirse, ona ulaşmanın, onunla iletişim kurmanın bir yolunu bulabilirdi.

Ne var ki, bu görüşme ancak birbuçuk yıl sonra gerçekleşecekti. Çünkü Melis’in ailesiyle iletişim kurdukları yıl Aylin’in inşaat mühendisi olan babası Yavuz Bey, İzmir’den yeni bir iş almış ve bu nedenle de Aylin’ler bir yıllığına ailece İzmir’e taşınmak zorunda kalmışlardı.

İzmir’deki dairelerini, içindeki eşyalarla birlikte kiralamışlardı. Küçük bir evdi. Bir yatak odası, salon ve banyodan oluşan bu dairenin mutfağı, salonun içindeydi. Aylin’in bilgisayarını, salona yerleştirdikleri küçük bir televizyona bağlıyorlar ve Aylin mektuplarını salonda yazıyordu.

Aylin, ilk mektubundan sonra, İzmir’e taşınıncaya kadar Melis’e mektup yazamamıştı. İçinde, arkadaşını ihmal ettiği duygusu vardı ve bu nedenle de canı çok sıkılıyordu. Sonunda bir fırsatını buldu ve mektubunu yazmaya başladı.

Aylin, felsefe hakkında kitaplar okumayı, bu konuda sohbet etmeyi ve mektuplarında da felsefe yapmayı severdi. Melis’e yazdığı mektuplar da oldukça dolu oluyordu fakat arkadaşının ailesiyle konuştuğunda, mektupların ağır geldiğini, Melis’in zorlukla dinlediğini ve yarısında uykuya daldığını söylüyorlardı.

Buna rağmen Aylin, mektupları basitleştirmek istemiyordu. Çünkü, Melis bunları anlıyor ve hoşlanıyorsa, değiştiği zaman memnun olmayacaktı. Yok eğer anlamıyor, sadece bu mektupların kendisine okunması hoşuna gidiyorsa, basitleştiği zaman pek bir şey fark etmeyecek ama bu sefer de mektupların akıcılığı bozulacak, hem de kısa cümle kurmaya alışkın olmadığı için Aylin zorlanacaktı.

Bunları düşünerek Aylin, Melis’e uzun mektuplar yazmayı sürdürüyordu. Galiba biraz da onun, kapasitesini zorlamasını ve kendi kendini aşmasını istiyordu. Melis biraz tembellik yapıyor gibi geliyordu ona. Bütün gün uyuyor, hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Aylin de, Melis’i çevresine karşı uyanık tutması gerektiğinin bilincindeydi.

Aylin henüz Melis’e dört tane mektup yazmıştı. Ailesiyle telefonda görüştüğü zaman, “Melis ablam, mektuplarımı dinlerken tepki veriyor mu?” diye soruyordu ama o güne kadar aldığı cevaplar olumsuzdu.

Bir gün İzmir’den Melis’lere telefon etti ve Melis’in babası Sami beyle görüştü. Haberler gerçekten çok güzeldi. Sami Bey, kızının mektupları dinlerken gözlerini açtığını ve Aylin’den bahsedildiğinde de ilgilendiğini söylüyordu.

Aylin, mutluluktan uçacak gibiydi. Ancak, bir endişesi vardı: Bunlar gerçek miydi, yoksa Aylin’i sevindirmek için mi böyle söylüyorlardı? Çünkü Aylin’in o mektupları bir karşılık bekleyerek yazdığını düşünüyorlar ve her konuştuklarında, cevap yazamadıkları için özür diliyorlardı. Aylin de, cevap beklemediğini, istediği tek şeyin, yazdıklarını Melis ablasına okumaları olduğunu defalarca tekrarlayıp duruyordu.

Aylin, Melis’e yazdığı mektuplarda, aklına gelen her şeyden bahsediyordu. Yaşamın tüm güzelliklerini arkadaşının yatağının başucuna götürmeye çalışıyor, yaşadığı, düşündüğü ve hissettiği her şeyi paylaşıyordu Melis’le… Bazen çok çocuksu mektuplar yazıyordu. Bazen de Melis’in durumundaki bir insan için çok ağır olan konulardan söz ediyordu ama kesin olan bir tek şey varsa, şuydu: Bu mektupların her birinden olağanüstü bir sevgi fışkırıyordu… Aylin’in istediği tek şey ise, Melis’in bunu hissetmesiydi. Böylece arkadaşının biraz olsun güç toplayarak, ilerlemeler yapabileceğine inanıyordu. Aslında Melis’e yazdığı mektupları bilgisayarıyla değil, yüreğiyle yazıyordu. Belki de bilgisayarın mekanik harflerinin sıcaklığı ve içtenliği bundan kaynaklanıyordu.

Bazen kendine hayret ediyordu Aylin. Hiç tanımadığı bir insanı nasıl bu kadar çok sevebilirdi? İçindeki kesinlikle acıma duygusu değildi. Öyle olsaydı, mektuplarında belli olurdu. Eğer Melis’le, “hasta olduğu için” ilgilenseydi, bu da uzun sürmezdi. Öyleyse bunu bir “iyilik” olarak da yapmıyordu. Geriye bir tek seçenek kalıyordu: GERÇEK SEVGİ…

Aylar çok çabuk geçiyordu. Aylin’in babasının İzmir’deki işi bitmiş, İstanbul’a dönme zamanları gelmişti. İstanbul’a geldiklerinde, tıpkı İzmir’deki gibi, Aylin için bir yardımcı tutuldu ve genç kız artık hafta arası da annesiyle babasının yanında kalmaya başladı.

Aylin’in babasının bir akrabası TRT’de yapımcıydı ve Aylin’le de bir televizyon programı yapmak istiyordu. Programın bir bölümü de Melis’in evinde çekilecekti.

Çekimin yapılacağı gün, program ekibi sabahtan Aylin’lere gelmişti. Aylin’le ilgili çekimler tamamlandıktan sonra Nermin Hanım, evden çıkacaklarını haber vermek için Melis’lere telefon etti. Nermin Hanım, Melis’in annesiyle konuşurken, Aylin, “Geleceğimi Melis ablama söylemesin. Sürpriz yapmak istiyorum.” diye seslendi. Bunun üzerine Meral Hanım, Nermin hanıma, “Melis, Aylin’in düşündüğü kadar iyi değil. Onu görünce Aylin çok üzülecek, hayal kırıklığına uğrayacak…” dedi. Aylin bunu annesinden öğrendiğinde ise, sadece gülümsedi…

Biraz sonra yola çıkacaklardı. Aylin’ler Göztepe’de, Melis’ler ise, Bakırköy’de oturuyorlardı. Arada birbuçuk saatlik mesafe vardı. Arabayla giderken Aylin düşünmeye başladı: Bu ilk görüşmeleri olacaktı. Acaba arkadaşı onu görünce ne yapacak, nasıl bir tepki gösterecekti? Belki de hiçbir şey yapmayacak, tamamen ilgisiz kalacaktı. Aylin kendini en kötüye alıştırması gerektiğini biliyordu ama yine de Melis’in onu anlamasını, arkadaşına ulaşabilmeyi ve onunla herhangi bir biçimde iletişim kurabilmeyi gerçekten çok istiyordu.

Aylin’in beyni bu düşüncelerle meşgulken, Melis’lere gelmişlerdi. Meral hanım onları kapıda karşıladı. Tanışmak için pek vakit geçirmediler. Çünkü, sık sık telefonlaştıkları için birbirlerini tanıyorlardı. Zaten Aylin’in böyle şeylerle geçirecek vakti yoktu. Aklı fikri Melis ablasındaydı.

Ve beklenen an geldi… Aylin; annesi, babası ve Meral hanımla birlikte kapıdan içeriye girdi. Salonun kapısının önünde duran Sami beyle selamlaştı ve sağ tarafa yöneldi. İşte! Tam karşısında, salonun bir köşesine yerleştirilmiş yatağında yatıyordu Melis…

Aylin hemen Melis’in yanına gitti. Arkadaşını kucaklamak, öpmek, sarılmak istiyordu ama istem dışı hareketleri nedeniyle ters bir hareket yapıp, arkadaşının bir yerini acıtmaktan, incitmekten korkuyordu. Bu nedenle de, Meral hanımdan izin alarak, sadece elini tutmakla yetindi ve yavaşça, “Seni dünyalar kadar seviyorum…” diye fısıldadı. Zaten mektuplarını da hep bu cümleyle noktalardı.

O sırada Melis de gözlerini aralamıştı… Bu onun çok ender yaptığı bir şeydi. Üstelik de bir gece önce rahatsızlanmış, sabaha karşı beşe kadar uyumamış ve babası da, sara nöbeti geçirmesinden korktuğu için Melis’e oldukça kuvvetli bir sakinleştirici vermişti. Buna rağmen Aylin yanına gittiğinde gözlerini açmıştı. Tabii o anda Aylin mutluluktan uçmuştu.

Melis’in yanına oturup, onunla konuşmaya başladı. Tabii Melis, bütün bir gecenin uykusuzluğu ve sakinleştiricinin etkisiyle tekrar uykuya dalmıştı fakat nedense Sami beyle, Meral hanım, gözlerini açıp Aylin’e bakması için Melis’i tartaklamaya başlamışlardı. Aylin bu durumdan çok tedirgin oldu. Buraya arkadaşını rahatsız etmek, zorla uyanık tutmak için değil, onunla konuşmak, onu rahatlatmak, güç ve moral vermek için gelmişti ama bunu Melis’in ailesine anlatamıyordu. Aylin biliyordu ki, Melis’in o anda gücü olsa zaten uyumazdı. Yanına ilk gittiğinde gözlerini açarak Aylin’e bu mesajı vermek istemişti ya da Aylin böyle hissetmişti ama Melis’in anne ve babası bunu hiç düşünmemişlerdi herhalde. Onlar Aylin’in bu kadar zamandır harcadığı emeğin karşılığı olarak, Melis’in de bir şeyler yapmasını istiyorlardı. Aylin ise, tamamıyla arkadaşını düşünüyordu. Yani o, rahatsız olmadığı zaman gözlerini açmalıydı. Ayrıca bunu yapması çok da önemli değildi. Çünkü, mutlaka bir karşılık vermesi gerekmiyordu. Hani, “Nefesi kafi….” derler ya, işte Aylin için de arkadaşının hayatta olması, en güzel ödüldü…

Biraz sonra Melis’in ablası da gelmişti. Evdeki herkesle selamlaşmış fakat bir kişiyi unutmuştu: Melis’i… Aylin bu duruma çok şaşırmış ve üzülmüştü. Melis’in şu anda çok büyük bir desteğe ihtiyaç duyduğunu düşünüyordu ama ablası onun varlığını bile unutmuş gibiydi.

Zaten, babası dışında, tüm aile fertleri, Melis’e karşı, doğal olmayan bir kayıtsızlık içindeydiler. Fiziksel ihtiyaçlarını karşılamanın dışında, onu görmüyor, fark etmiyorlardı. Yalnızca, on bir yaşındaki yeğeni ruhsal olarak ilgileniyordu ama bu ilgi de, çocuksuydu. Büyüdüğü zaman o da Melis’e, ailenin diğer fertleri gibi davranabilirdi. Yine de Aylin, Gamze’yi çok sevmişti. Çünkü şu an için Melis’e en yakın kişiydi. “Ablacığım” diye, dört dönüyordu etrafında…

Aslında Aylin, aile fertlerini zorlayamazdı. Zira sevgi ve ilgi, zorlamayla gösterilebilecek kavramlar değildi. Örneğin Aylin o eve gidince Melis’ten başka kimseyle ilgilenemezdi. Yapamazdı, çünkü gördüğü zaman içi gidiyordu arkadaşına… İşte buydu SEVGİ… Kendiliğinden ve doğaldı… Aylin’in, Melis’i öptüğü zaman hissettiklerini kaç kişi duyumsayabilirdi?

Peki, annesi sevmiyor muydu Melis’i? Kızıydı, tabii ki severdi ama ya yıllardır o durumdaki bir insana bakmaktan yorulmuştu, ya da kızının hiçbir şey anlamadığına inanıyor ve sevgi göstermeyi gereksiz görüyordu. Oysa dünyada sevgiyi hissetmeyecek hiçbir insan, hiçbir canlı yoktur. Hele böyle bir durumdayken…

O sırada Melis öksürmeye başlamıştı. Annesi hiç paniğe kapılmadan yanına gitti, başucundaki aspiratörün borusunu aldı ve Melis’in boğazındaki deliğe sokarak, tükürüğü makineye çekti. Aylin, ilk defa gördüğü bu olay karşısında biraz panik, biraz da endişeyle Meral hanıma döndü ve “Öyle yaptığınız zaman Melis ablamın boğazı acır mı?” diye sordu. Meral hanım büyük bir doğallıkla, “Hayır, hiç acımıyor; aksine, rahatlıyor.” dedi. Aylin de rahatlamıştı. Döndü ve arkadaşıyla konuşmaya devam etti.

Biraz sonra Aylin, Meral hanımdan, Melis’in bir fotoğrafını istedi. Meral Hanım da kızının, rahatsızlanmadan önce, mayoyla çekilmiş bir resmini getirdi. Zaten bütün ailesi Melis’in geçmişteki yaşantısıyla ilgiliydiler. “Melis, şöyle dans ederdi, şöyle yüzerdi, folklora giderdi…” Hep geçmişteydiler. Üstelik de bunları Melis’in yanında konuşuyorlardı.

Aylin, arkadaşına şu anki durumunu benimsetmeye çalışıyordu. Eskiden neler yaptığını hatırlamasının ona hiçbir yararı yoktu. Aksine, zararlıydı. Çünkü o günleri özler ve “Şimdiki halime bakın. Yataktan kalkamıyorum.” diye düşünürse, morali tümüyle bozulabilirdi.

Belki de Melis’i gayretlendirmek için böyle konuşuyorlardı ama o da yanlıştı. Çünkü güç vermek istiyorlarsa, “Ah ne güzel yüzerdi…” değil, “Eğer gerçekten isterse, eskiden zevk aldığı bazı şeyleri çok çalışarak başarabilir…” demeliydiler.

Aylin için “BURADA ve ŞİMDİ” önemliydi. Zaten bu nedenle o resmi beğenmemişti. Nermin Hanım bunu hissettiği için, kızının söylemesine gerek kalmadan, Meral hanımdan başka bir fotoğraf istedi. Bu, Melis’in hastanede yatarken çekilmiş bir resmiydi. Aylin’in yüzünden, beğendiği anlaşılıyordu. Hiç olmazsa bu, ARKADAŞININ fotoğrafıydı…

Akşamüstüne doğru, eve dönmek üzere oradan ayrılacakları zaman Aylin arkadaşına, “Allahaısmarladık.” dedi ama annesi yine tartaklamaya başlamıştı Melis’i. Bu sefer de, “Sen Aylin’i seviyor musun?” diyordu. Mutlaka bir karşılık mı vermeliydi Melis? İşte Aylin bunu anlayamıyordu. Melis hiçbir şey yapmasa, Aylin onu daha mı az sevecekti? Hayır. Gözünü açarsa, daha mı çok sevecekti arkadaşını? Hayır. O zaman neden rahat bırakmıyorlardı ki?

Neyse, sonunda Aylin’ler evlerine döndüler. Aylin çok mutluydu. Arkadaşının yanına gitmiş, onunla konuşmuş, ona dokunmuş, tüm sevgisini iletmeye çalışmıştı. Biliyordu ki, sevmek; dokunmak, sarılmak, kucaklamaktır….

Aylin, o günden sonra mektuplarla yetinmemeye başlamıştı. İçinde çok büyük bir özlem duyuyordu. Melis’e yazdığı mektuplarda da hissediliyordu bu özlem. Annesi bir gün, “Aylin, sen Melis’ten çok fazla bahsetmeye başladın. Eğer bu, marazi sevgiye dönerse, hem kendine, hem de ona zarar verirsin.” dedi. Aylin üzülmüştü. Çünkü o bunu çok doğal bir biçimde yapıyordu. Kötü bir düşüncesi yoktu. Sevgisinin marazi olabileceğini dahi bilmiyordu.

Sonra bu konuyu annesiyle uzun uzun konuştular ve bir çözüme vardılar. Sorun olan, Melis’e duyduğu sevginin derecesi değil, niteliğiydi ve bunu hastalıklı bir sevgiye dönüştürmemek de, Aylin’in elindeydi. Aylin o günden sonra arkadaşını daha az düşünmeye çalışıyor ve bunu da başarıyordu.

Aylin, arkadaşının iyileşmesi için araştırma yapmaya da başlamıştı. Adresini bulabildiği bütün ünlü doktorlara mektup yazıyor, Melis’in tedavisi için küçücük bir umut arıyordu ama gelen cevaplar, Aylin’i üzmemeye çalışarak yazılmış, “Ümit yok.” mesajlarıyla doluydu. Aylin bu cevapları aldıkça, ruhsal olarak yoruluyordu. Kabullenemediği tek şey, ümit olmadığıydı. Arkadaşının gözlerine baktığı zaman gördüğü ışık, Aylin’e hiçbir ümit olmadığını kabul ettirmiyordu ama ne yazık ki bu ışığı gören, sadece Aylin’di…

Annesi bile, Aylin’e her konuda büyük bir destek verdiği halde, konu “MELİS” olunca, bütün olumlu kapıları kapatıyordu. Aylin bunu birkaç kere annesine söylemiş, şu cevabı almıştı: “Sen birkaç kapıyı kapatırsan, ben de bazılarını açarım.”

Doğruydu. Aylin hep Melis’in bilinçli olduğunu savunuyor, buna inanıyordu ama tersi de olabilirdi. Kabul etmek istemese de, Melis’in bilinçsiz olma olasılığı yüksekti…

Günler hızla geçiyordu. Aylin çok uzun süredir Melis’i görmemişti. O gün de Aylin’in doğum günüydü. Annesiyle birlikte dışarıya çıktılar. Nermin Hanım Aylin’e, yemeğe gideceklerini söylemişti ama taksiye bindiklerinde şoföre, “Deniz otobüsü iskelesine gidelim.” dedi. Aylin, “Bu işte bir iş var.” diye düşünüyordu. Nitekim indiklerinde annesi, “Sabah telefon ettim. Biz şimdi Melis’lere gidiyoruz.” dedi. Tabii Aylin de bir anda annesinin boynuna atladı… Sanki dünyalar onun olmuştu…

Bir saat kadar sonra Melis’lerdeydiler. Tabii yine Aylin’in gözü dünyayı görmüyordu. Arkadaşının yanına oturdu ve konuşmaya başladı. Bu sefer ailesi Melis’i pek tartaklamadı. Aylin için önemli olan tek şeyin, arkadaşının yanında olmak olduğunu anlamışlardı…

Bir ara, Aylin’in annesi, Melis’in yanına gelerek şöyle dedi: “Melis ama ben sana çok kızıyorum. Aylin seni benden daha çok seviyor…” Melis hiçbir şey yapmadı bu söz üzerine ama herhalde çok hoşuna gitmişti.

Melis’in çay zamanı gelmişti. Çayını hazırladılar ve babası, mide sondasıyla verdi. Bu sonda, Melis’in burnundan midesine kadar inen bir boruydu ve yutkunamayan genç kız ancak bu şekilde beslenebiliyordu.

Aslında Aylin, Melis’in biraz çalıştırılması gerektiğine inanıyordu. En azından, yutkunmayı öğrenebilirdi ve böylece tükürüğünü temizlemek için kullanılan cihazdan kurtulabilirdi. Melis tembellik yapıyordu. Akşama kadar uyumanın, işine gelmeyen her şeyde, özellikle de babası jimnastiklerini yaptırırken kasılmanın ona yararı değil, zararı vardı ama Aylin ona da hak vermeye çalışıyordu. Bütün vücudu kasılıydı ve herhalde hareket ettiğinde çok zorlanıyordu.

Bir ara Meral Hanım Aylin’e, “Melis’in eskiden çekilmiş video filmleri var. Sami amcan onu koysun da, bir seyret bakalım.” dedi. Aylin ise bunu reddetti. Çünkü onları seyrederek harcayacağı dakikaları, Melis’le konuşarak değerlendirebilirdi. O evde olabildiği süre çok kısıtlıydı ve Aylin bu zamanı arkadaşı için en verimli biçimde kullanmak istiyordu.

Kalkmadan önce, “Allahaısmarladık…” dedi. Meral hanım Melis’e, “Bak Aylin gidiyor. Gitsin mi?” diye sordu. Gözleriyle, “Hayır.” dedi Melis. Tekrar, “Gitmesin mi; burada, yanında mı otursun?” dedi annesi. Bu sefer de, “Evet.” cevabını aldı. Tabii Aylin, Melis onun yanında kalmasını istediği için sevinçten uçuyordu. Arkadaşına, “Şimdi gitmek zorundayım ama söz veriyorum, yine geleceğim.” dedi.

Yalnız bu vedalaşma o kadar uzun sürmüştü ki, Aylin ve annesi, deniz otobüsüne zorlukla yetiştiler. Zaten Aylin’i Melis’in yanından ayırmak oldukça zor bir işti…

Melis’i her görüşünde yaşama sevinci yenileniyordu Aylin’in. Bu, öyle herkesin anlayabileceği bir duygu değildi. Hatta doğum günü hediyesi olarak, bitkisel hayattaki bir insanın yanına gitmek istediğini söyleyince, en yakınları bile tuhaf karşılıyorlardı. “O haldeki birinin yanında olup, ne yapılırdı?” İşte aradaki fark da buydu… Aylin o evde olduğu zaman “ARKADAŞININ” yanındaydı. Diğer insanlar ise, bir “HASTA”nın… Gerçi, çevresinden aldığı tepkiler bazen onu, Melis’e mektup yazmaktan vazgeçme noktasına kadar getiriyordu ama her seferinde de bu karardan vazgeçiyordu. Çünkü o mektuplardan vazgeçemezdi… Hem bu, Melis için de büyük bir yıkım olurdu…

Aylin’in Mersinli bir mektup arkadaşı vardı. Tatil için gittiklerinde tanışmışlar, arkadaş olmuşlar ve yıllardır da mektuplaşıyorlardı. Herkese olduğu gibi, ona da sık sık bahsederdi Melis ablasından.

Bir gün arkadaşı, mektubunda, Melis’e de mektup yazmak istediğini söylemişti. Aylin de, Melis’in bir arkadaşı daha olacağını öğrendiği için mutluluktan uçarak, adresi yazdı ve Melis’le ilgili bazı bilgiler verdi arkadaşı Derya’ya. Melis’in ona asla cevap yazamayacağını, tamamen karşılıksız bir arkadaşlık olacağını belirtti ve Melis’e de, bir arkadaşının ona mektup yazmak istediğini iletti.

Aradan uzunca bir süre geçtikten sonra, tesadüfen bu konuyu Melis’in annesine sordu. Aldığı cevap, kendisinden başka hiç kimsenin Melis’e mektup yazmadığıydı…

Buna çok üzülen genç kız, Mersin’e çok sert bir mektup gönderdi. Derya’ya, bu arkadaşlığın karşılıksız olacağını yazdığını, herkesin böyle bir dostluk yapamayacağını ama bunu kendisine en baştan söylemesinin gerektiğini, o zaman Melis’i de boşu boşuna sevindirmeyeceğini yazdı.

Birkaç gün gelen cevap, çok telaşlı ve endişeliydi. Derya özür diliyor, Melis’i de kırdığı için üzgün olduğunu söylüyordu. Bereket, dostlukları uzun yıllara dayanıyordu da, Aylin olayı pek fazla büyütmedi. Yoksa Melis’i kıracak bir şeye asla göz yummazdı.

Aylin, tüm içtenliği ve sevgisiyle Melis’e mektup yazmayı sürdürüyordu. Bu mektupların Melis’e ne kadar faydalı olduğu ise, bilinmiyordu. Melis sadece dinlemekle yetiniyor, hiçbir tepki vermiyordu ama Aylin, yazdıklarının arkadaşına güç verdiğini hissediyordu, ya da öyle olmasını istiyordu…

Aylin’in Ankara’daki teyzesinin oğlu doktordu. Aylin, Kerem ağabeyine de Melis’ten sık sık bahsederdi. Hatta ondan, doktor olarak da yardım istemişti ama Kerem çok iyi bir doktor olmasına rağmen, bir türlü vakit ayırıp ilgilenememişti. Aylin çok kırılıyordu kuzenine. Bu kadar önem verdiği bir konuda kendisine bir doktor olarak destek vermiyordu. Belki de bunun nedeni, arkadaşının raporuydu. O raporda olayın tıbbi yönü çok açıktı ve ümit olmadığı da gözler önüne seriliyordu ama Aylin, en yakın akrabalarından birinden, üstelik de bir doktordan, hiç olmazsa küçük bir destek bekliyordu. Buna da hakkı vardı…

Bir gün Aylin’ler Ankara’ya gittiler ve genç kız, kuzeniyle uzun uzun konuşma fırsatı buldu.

Kerem, olaya bir doktor olarak yaklaşıyordu ve hastanın durumunun ümitsiz olduğunu anladıktan sonra hiç olmazsa vücudunun daha kötü duruma gelmemesi için çeşitli önerilerde bulundu.

Bunlar, Melis’e yaptırılması gereken jimnastik hareketleriydi. Aylin hareketleri gördükten sonra, “Ama Melis ablam bunları yapamaz ki. Kasılmaları çok fazla…” dedi. Kerem, “Yapmak zorunda… Yavaş yavaş, fazla zorlamadan kaslarını çalıştırabilirler. O zaman kasılmaları da azalır.” diye cevap verdi. Ayrıca, Melis’in yanında neşeli konulardan bahsedilmesinin daha yararlı olacağını söyledi.

Aylin de, İstanbul’a dönünce bütün bunları Melis’in annesine yazdı. Daha sonra telefonla konuştuklarında, jimnastik yapıp yapmadığını sordu. Babası, mümkün olduğu kadar yaptırmaya çalışıyormuş. Tabii Melis’in bu işten hoşlandığı pek söylenemezmiş… Bazen güzel çalışıyor, bazen de huysuzluk yapıp, kendini kazık gibi geriyormuş.

Aylin, eve bir fizyoterapistin gelmesini daha uygun görüyordu. Çünkü, acı duysa bile, kendi sağlığı için Melis’in bu hareketleri yapmak zorunda olduğunu biliyordu. Bu nedenle de arkadaşına oldukça sert bir mektup yazdı. Hiçbir şeyin kolay olmadığını, kendisinin de bu noktaya, yumruklarını sıkıp bütün gün uyuyarak gelmediğini, onun için de artık gücünü toplamasının ve yapması istenen hareketleri de inat etmeden, isteyerek yapması gerektiğini söyledi. Telefon açıp, Melis’in annesine, arkadaşının bu satırları dinlerken ne yaptığını sordu. Hiçbir tepki vermeden dinlemiş.

Her yıl Melis’in doğum gününde Aylin, birbirinden güzel hediyeler hazırlayıp gönderirdi. Çoğu, el becerisi gerektiriyordu ve Aylin de ellerini zor kullandığı için, bunları yapması günlerce sürüyordu ama çok büyük bir keyif alıyordu. Çünkü, çok sevdiği bir insanı mutlu ediyordu. Öğrendiğine göre, Melis de bu hediyelere uzun uzun bakıyordu. Acaba neler hissediyordu o anda?….

Günler çabuk geçiyordu. Yine Aylin’in doğum günü gelmişti ve tabii en güzel doğum günü hediyesi… Melis’lere gittiklerinde, arkadaşı koltukta oturuyordu. Tabii Aylin, kimseye “Merhaba” demeden hemen ablasına döndü. Yanağından, dünyalara bedel bir öpücük aldı ve yanına oturdu. Daha sonra da evdekilerle selamlaştı. Üst katta oturan bir hanım da oradaydı. Zaten her gün gelip, Melis’in bakımına yardımcı oluyormuş. Gülümseyerek, “Melis ablası varken, gözü dünyayı görmüyor.” dedi. Doğruydu da… Aylin için dünya bir yana, Melis bir yanaydı… Arkadaşıyla konuşmaya başladı. Melis de gözlerini açmış, onu dinliyordu.

Aylin ve ailesi, Madrid’i gezmek için eylülde İspanya’ya gideceklerdi ve Melis’e de bir armağan almak istiyordu. Ne istediğini öğrenmek niyetindeydi ama Melis konuşamadığı için bu olanaksızdı. Meral hanıma, “Ablam ne sever, ne alayım?” diye sordu. Meral hanım,  “İspanya’dan dönünce gel bir sarıl, yanaklarından öp. İşte ona en güzel hediye…” diye cevap verdi. Aylin gülerek, “Ama o, ablama değil, bana hediye olur…” dedi. Meral hanım nedense yine ağlamaya başlamıştı.

Aylin arkadaşına bir armağan almaya kararlıydı. İspanya’nın da yelpazeleri ünlüydü. Yelpaze alırsa, sıcaklarda serinletirlerdi Melis’i…

Bir ara Meral Hanım Melis’e şöyle dedi: ”Şunu bil ki, seni hayatta hiç kimse Aylin kadar sevemez…” Bu cümle, birçok şeyin açıklamasını yapıyordu: Melis’e gerçekten ilgi gösteren, çok azdı. Bunun en büyük nedeni, onun hiçbir şey anlamadığını düşünmeleriydi. Oysa Melis çevresiyle iletişim kurmak için inanılmaz bir çaba sarf etmekteydi. Aylin bunu, sonraki ziyaretinde daha iyi anlayacaktı…

Bu arada Aylin, düşündüğünde haklı çıkacaktı. Melis’in yeğeni Gamze de büyüdükçe “ablasına” karşı içtenliğini kaybediyordu. Yani o da ister istemez ailesinin kayıtsızlığını benimsemişti. Aylin’in anlayamadığı bir tek şey vardı: Sevgi, yıllara ve bir hastalığa nasıl yenilebilirdi? Melis’in asıl şimdi desteğe ihtiyacı vardı. Kendini toparlayıp, yeniden yaşama sarılabilmek için…

Aylin’ler kalkarlarken Meral Hanım, Nermin hanıma, “Hay ALLAH! Doğum gününü unutmasaydık Aylin’e bir hediye alırdık. Ne sever, bilmiyorum ki.” dedi. Sonra da Aylin’e dönerek, “Ne istersin, ne seversin?” dedi. Aylin de, “Ben hayatta en çok Melis ablamı severim. Bana en güzel hediye, onun varlığı…” diye cevap verdi. Meral hanım çok duygulanmıştı. Gözlerini silerek ayağa kalktı. Yine de bir şey armağan etmeye kararlıydı ve Melis’in çok sevdiği bir bebeği verdi. Tabii Aylin için manevi değeri büyüktü…

Aylin’in her şeyi paylaştığı, çok yakın bir dostu vardı. Ebru, otuziki yaşında bir öğretmendi. Sık sık Aylin’lere gelir, iki arkadaş saatlerce sohbet ederlerdi. Çok zeki bir insandı ve o da Aylin gibi, felsefeden hoşlanıyordu. Tabii iki arkadaş bir araya geldiklerinde, sohbetine doyum olmayan konular ortaya çıkıyordu.

Ayrıca Ebru, Melis’le de yakından ilgileniyordu. Ziyaretine gitmek istediğini de söylemişti ama tanımadığı için biraz çekiniyordu.

Bu arada, Aylin’in babasının yine İzmir’de işi çıkmıştı ve oraya taşınacaklardı. Aylin, belki de son bir kez Melis’i görmek istiyordu. Ebru da gelmek istediği için, ona da haber verdiler. Şişli’de buluşup, Bakırköy’e doğru yola çıktılar.

Melis’lere geldiklerinde, Aylin’in heyecanlı olduğu, her halinden belliydi. Hatta merdivenleri çıkarken, ayakları birbirine dolanıyordu. Zaten bu eve her gelişinde içinde bir şeyler kıpır kıpır olurdu. Arkadaşını gerçekten çok seviyordu. Bu arada

Nermin Hanım, “Melis’lere gelirken bu kadar yürüyebildiğine şükretmek lazım…” deyince, herkes gülmeye başladı.

Meral hanım onları kapıda karşıladığında, Nermin hanım, “Büyük misafiriniz geldi…” dedi. Tabii Aylin kapıdan girer girmez Melis’in yattığı yöne döndü. Bu sefer annesi uyardı: “Kızım önce herkese bir merhaba de. Ondan sonra doya doya oturursun Melis ablanla…” ama pek dinleyen yoktu. Daha doğrusu, baştan savma bir selamlaşmadan sonra yine arkadaşına döndü Aylin. Zaten Melis varken, gözü kimseyi görmezdi…

Arkadaşı Ebru da biraz sonra yanlarına gelmişti. İkisi de Melis’le konuşmaya başladılar. Melis uyuyordu. Önceki gece, kalçasındaki yaralara pansuman yapmak için doktor gelmiş, uzun süre yaraları kapatmak için uğraşmış, tabii bu arada Melis’i de sabah dörde kadar uyutmamıştı. Uykusuzluğa da hiç tahammülü yoktu genç kızın. Yine de biraz sonra açtı gözlerini. Bunun en büyük nedeni, yatağının başucunu dikleştirmeleriydi. Aylin bundan da rahatsız olmuştu. Melis bir gece önce o kadar sıkıntı çektiği halde Aylin oraya gittiğinde rahat rahat yatamıyordu bile… Oysa Aylin’in yanında olduğu dakikalar en keyifli zamanları olmalı, istediği zaman uyumalı, istediğinde de uyanmalıydı…

Annesi nedense, sanki Aylin’in hoşuna gidecekmiş gibi, Melis’in kalçasındaki yaraları göstermeye kararlıydı. Yorganı sert bir hareketle açıp gösterdi. Melis’in hiçbir şey hissetmediğini düşünüyordu galiba… Bu hareketten Ebru çok etkilenmişti. Bir anda yüzünde sıkıntılı bir ifade oluştu. Meral hanıma, “Keşke biraz yavaş açsaydınız…” dedi. Cevap: “Bir şey olmaz. Hissetmiyor ki…” şeklindeydi. İşte Melis böyle bir ortamda yaşıyor, daha doğrusu, yaşamaya çalışıyordu…

Kalçasındaki yaralar feci durumdaydı. Tabii Aylin bunları görünce çok fena oldu. Kim bilir ne kadar sıkıntı veriyordu bunlar arkadaşına… Bir de tam üstüne yatıyordu. Yan yatıramıyorlardı. Yüzükoyun yatarsa da, boğazındaki delik tıkanabilirdi.

Aylin sıkıntıyla bunları düşündü ve derin bir nefes alarak, ağlamamak için kendini zor tuttu. Şimdi ağlarsa, Melis’in de morali bozulacaktı. Zaten çevresinde her gün yeteri kadar ağlayan vardı. Aylin ise, arkadaşlıklarının başlangıcından itibaren Melis’e hep güç vermeye çalışmıştı. Çünkü MELİS İÇİN AĞLAMAK DEĞİL, ONUNLA BİRLİKTE GÜLMEK İSTİYORDU.

Biraz sonra Aylin’i hayretler içinde bırakacak ve delicesine sevindirecek bir şey olacaktı.

Melis’in çay zamanıydı. Babası çayını getirdi. Mide sondasıyla vermeye hazırlanırken Sami Bey, “Kaşıkla da yavaş yavaş içebiliyor ama böyle daha kolay oluyor.” deyince Ebru, “Ben biraz içirebilir miyim?” diye sordu. Sami Bey, “Tabii.” deyince, çay kaşığını eline aldı ve doldurarak Melis’in ağzına götürdü. Babası Melis’i, ağzını açması için biraz zorladıktan sonra Ebru çayı verdi. Sami bey, “Hadi kızım yutkun, hadi canım.” deyince, biraz zorlanarak da olsa, yutmayı başardı. Bu şekilde üç-dört kaşık çay içtikten sonra, kendini kasarak artık istemediğini ifade etti.

Bu olağanüstü başarı karşısında Aylin donup kalmıştı… Hiçbir şey söyleyemiyordu. Demek Melis yutkunabiliyordu… Belki zamanla birçok şey daha başaracaktı ve kaydettiği her ilerleme SEVGİNİN ZAFERİ olacaktı…

Eve dönmek üzere yola çıkacakları zaman Aylin, Melis’e sarılmak istediğini söyledi. Bunu çok uzun zamandır istiyordu. Annesi Aylin’i ayağa kaldırdı. Aylin yavaşça kollarını uzattı ve eğilip sıkı sıkı sarıldı arkadaşına, yanaklarından öptü. Tabii o andaki mutluluğu kelimelere sığmazdı…

Bu sırada, fotoğraf makinesinin flaşını hissetti. Melis’le birlikte bir fotoğraflarının olmasını çok arzu ediyordu ve sonunda bu da gerçekleşmişti. Bu arada Ebru Melis’in annesine, “Ben sık sık gelmek istiyorum.” dedi. Meral hanım da, “Tabii. Melis’in odasını bile veririm. Yeter ki gelin…” diye cevap verdi. Daha sonra ise, vedalaşarak yola çıktılar.

Aylin birkaç gün sonra bilgisayarının başına geçmiş, yıllardır hiç bıkmadığı, üstelik her seferinde daha büyük keyif aldığı bir şey yapmaya başlamıştı: Melis’e mektup yazıyordu… Hiçbir zaman vazgeçemeyeceği bir şeydi bu ve zaten vazgeçmek de istemiyordu… Derin bir nefes aldı, gülümsedi ve yavaşça tuşlara dokunmaya başladı.

“Canım ablam, bugün de mektubumla senin yanındayım. Dışarıda pırıl pırıl bir hava var ve ben yaşamayı çok seviyorum. Senin arkadaşın olabilmek ise, ayrı bir mutluluk benim için. Evet ablam, bugün nasılsın?……”

                                                                                                                   Aslı Dinçman

1991