DİLEMEK ya da DEĞİŞTİRMEK

İnsanoğlu için iki önemli olgu bulunmaktadır; Zekâ ve yaratabilme gücü… Yaratıcılık, bir anlamda zekânın uzantısı, zeka ise varoluşun doğrulanmasıdır.

Zeki insanların, yaşamla ilgili bazı olguları “DEĞİŞTİRME İSTEĞİ”ne de sahip oldukları, yadsınamayacak gerçeklerdendir. Onlar alışılmışı benimsemeyi reddederek, kendileri ve insanlık adına, ilk aşamada “ÇILGINLIK” olarak nitelendirilen yenilikleri korkusuzca araştırıp uygulamaya koymuşlardır. Ulu önder ATATÜRK’ün çocukluk yıllarında Türkiye’de cumhuriyetten söz edilse, bunu dile getirene “Deli” gözüyle bakılırdı. Chrıstof COLOMB Amerika’yı keşfettiğinde de kimse önem vermemişti. Televizyonun “ŞEYTAN İCADI” olduğunu iddia edenler de azınlıkta değildi. Bugün ise, Türkiye’nin resmi idare şekli CUMHURİYET, Amerika, (sözde de olsa) bir süper güç ve birçok evde iki televizyon var…

Tüm bu “Olağanüstülükleri” yaşantımızın doğal olguları haline getirenlerin kişiliklerinin en önemli özelliği “DEĞİŞTİRİCİLİKTİR”… Birçoğumuz ise, “DİLEMEYİ” tercih eder ve yaşamda varolmasını istediğimiz özellikleri salt hayal etmekle yetiniriz. Özlemimiz sevgiyse, sürekli olarak bunu düşler ve dile getiririz. Ne var ki, gerçek anlamda ona ulaşabilmek için ne gücümüz, ne de çabamız vardır. Yalnızca hayal eder ve isteriz.

Hiçbir arzu, emek vermeden ya da cesaret göstermeden gerçekleştirilemez. Eğer önümdeki kapının açılmasını istiyorsam, iki seçeneğim vardır. Ya kendim açacağım, ya da bunu bir başka kişiden isteyeceğim. Eğer nasıl yapacağını bilmiyorsa, öğretmek de benim görevimdir… Sorunumun çözümünü ben dahi bilmiyorsam, ona hiç kimsenin sahip çıkmasını bekleyemem…

Salt olumsuzlukları kınamak da, çözümsüzlüğün ve cesaretsizliğin diğer göstergesidir. Çözüm getiremediğimiz, öneremediğimiz ya da bu yolda emek vermediğimiz hiçbir sorun üzerinde yakınma hakkımız olamaz. Zira, yıkıcı eleştirinin ve çaresizliğin en önemli özelliği, isteklerimiz doğrultusunda gelişmeyen olayları ya da bizim onayladığımız davranışlarda bulunmayan kişileri yol göstermeden ve çözüm getirmeden aşağılamak, suçlamak, yargılamaktır…

Hiçbirimiz, gerçekten gönül vermediğimiz bir kavram için tüm varlığımızla savaşamayız… Bunu yaparsak, kendimizi kandırmanın dışında, o konunun GERÇEK SAVAŞÇILARINI da aldatmış oluruz…
Bu ayrıma varabilmek için öncelikle “GERÇEKTEN HİSSEDİYOR VE İNANIYOR MUYUM?” ve “ZİHNİMİ, BU KONUDA YENİ FİKİRLER ÜRETEBİLECEK KADAR SEFERBER EDEBİLECEK MİYİM?” sorularına “EVET BEN BU KONUYA TÜM ENERJİMİ VEREREK FİKİR ÜRETEBİLECEĞİM. BEYNİMİ, KALBİMİ, BEDENİMİ VE RUHUMU GÖNÜL VERDİĞİM OLGU UĞRUNA TAM KAPASİTEYLE KULLANACAĞIM…” şeklinde olumlu yanıt vermeliyiz.

Örneğin, son birkaç yıldır çevreciliğin önem kazanmasıyla birlikte, yediden yetmişe herkes büyük bir sorumluluk hissetmeye başladı. Yeni sahip olduğumuz arabaya gösterdiğimiz aşırı özen gibi, Dünyayı da “özenli” kullanmak gerektiğini vurguluyor ve hepimiz “Büyük Çevreci” ruhuyla, artık zihinsel özürlülerin bile ezberlediği cümleleri bıkıp usanmadan sıralıyoruz… Yakında, evcil papağanlar bile, “TABİATI TEMİZ TUTUN, DÜNYA ÖLÜYOR, DOĞA KİRLENİYOR…” diye konuşmaya başlayacaklar… Ve… Biz düşünme ve üretme yeteneğinden yoksun yaratıklar gibi, SORUNLARA SOMUT ÇÖZÜMLER ÖNERMEK YERİNE, ETRAFIMIZA LANETLER YAĞDIRMAYI SÜRDÜRÜRSEK; pembe dileklerimizi, yakınmalarımızı ya da beddualarımızı tekrarlarken, DÜNYA ÖLECEK!…

Gerçekleşmesini istediklerimizi salt “DİLEMEKLE” yetindiğimiz sürece, “DİLEKLERİMİZİN” asla yerine gelmeyeceğini artık öğrenmeliyiz. Çözümünü bilmediğimiz hiçbir sorun, gerçekte bize ait değildir ve yeni görüşler üretmedikçe yaşamdaki olumsuzlukların değiştirilmesi mümkün olmayacaktır…

Aslı DİNÇMAN
İzmir, 12 Ocak 1995