“Bir rüyada yaşıyorduk, uyandırıldık oğlum.” diyerek, kahvesinden bir yudum aldı Tahsin amca.
Serhat, babasının yine başlayacağını bildiği hikâyesini, bilmem kaçıncı kere dinleyecek olmanın sıkıntısıyla içini çekti ama babası, her zamanki gibi buğulanan yosun rengi gözlerini üzerine dikip, gürledi:
“İç çekeceğine, anlattığıma şükret ve ilk kez dinliyor gibi dinle! O olmasa, ne ben, ne de sen olmazdık!”
Geçmişe gittiğimiz anlar vardır; zihnimizde silik olsa da, gönlümüzdeki izleri çok belirgindir. Öylesi bir anın çağrışımıyla irkildi delikanlı. Birden onun da içi titremiş, boğazı düğümlenmişti. Dalgın dalgın:
“Babaannem çocukluğumda bana sarılıp ağlardı. ‘Sen benim iki canımın içisin.’ derdi. Onun ülkesine gelebilmek için amcamı feda etmiş, baba!”
“Yaşadıkları yerde zulme uğrayanlar akın akın Atatürk’ün yoktan var ettiği ülkeye sığındılar oğlum. Biz de o ailelerdendik. Büyükbaban bir akşam eve döndüğünde babaannene tası tarağı toplamasını, gece yola çıkacağımızı söylemiş ve öykümüz böylece başlamış…
Ben on yaşıma yeni basmıştım. Okula başladığımdan beri hep pekiyi alırdım, ilk kez zayıf getirdim. Birkaç arkadaş, Türk olduğumuz için dışlanıyorduk. Derslerden soğumaya başlamıştım. Eskiden erkeklerin ağlaması, çocuk bile olsak hoş karşılanmazdı. Okulda yaşadıklarımı anlatırken, bazen kendimi tutamazdım, iki damla yaş gelirdi gözümden. Babam yumruklarını sıkıp, dişlerinin arasından -sonradan anlamlandıracağım- bir sürü küfür sallardı. Vatanımıza kaçacağımız hafta, beni hiç okula yollamadı. ‘Gitme o hainlerin okuluna! Selami ile beraber Türkiye’de bir okula yazdırırız sizi.’ dedi. Ama amcanın başına gelenler…”
Tahsin amca, hıçkırıklara boğuldu. Her seferinde aynı anları yaşıyor gibiydi.
“Annemle babam, kardeşimi o hainlerin elinden kurtaramadılar oğlum. Sen verme bu cennet vatanı kimseye, sakın verme!”
Kalkıp, babasını kucakladı Serhat.
“Beni siz büyütmediniz mi baba, nasıl veririm vatanımı? Annem, ninni yerine marşlarla uyuturdu beni. Benim iki babam oldu hep; biri sen, diğeri Gazi Mustafa Kemal Atatürk.“
Birkaç dakika sonra sakinleşip, anlatmaya devam etti Tahsin amca:
“Çocuk dediğin; yokluk, zaman, mekân bilmez oğul. O gece amcanla ben de, sanki gezmeye çıkmış gibiydik. Oysa yurda dönüş için iznimiz yoktu. Onun için de, kimseye yakalanmadan bir an önce sınıra varmalıydık. Anam bohçamıza iki somun ekmek, birkaç tane zeytin koymuştu. Henüz yola çıkmıştık. Selami, ‘Acıktım!’ diye mızmızlanmaya başladı, durduk mecburen, zaman kaybettik. Bizi çoktan ihbar etmişler…”
“Hem de komşu bildiğiniz aile, haber vermiş kaçtığınızı.”
“Hata babamdaydı Serhat. Binlerce aile o yıllarda yasal yollarla, hiç sorun yaşamadan göç ediyordu vatana. Ne olurdu, işlemleri düzgün yaptırıp, göğsünü gere gere dönseydi yurduna? Öfkeyle kalktı, zararla oturdu. Allah bilir ya, sırf o üzüntüden inme geçirdi. “
Serhat uzaklara bakarak mırıldandı: “Amcamı sınırda alıkoymuşlar.”
“Biz nasıl kaçabildik? Selami’yi neden kurtaramadık? Orası benim hafızamda bulanık. Ne büyükbaban, ne de babaannen anlatmazlardı zaten. Haklıydılar da. Böyle bir karabasanı kim tekrar tekrar hatırlamak ister?
Sonra, içimizdeki burukluğa rağmen güzel günler başladı. Belki de dünyada, düşmanlarının dahi hayranlık duyduğu tek liderin, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu mucizevî Cumhuriyetle aydınlanmış ülkede yaşamak, bizim için rüya gibiydi. Devlet baba bize ve binlerce aileye; işlenecek toprak, barınacak ev ve diğer ihtiyaçlarımız için uzun vadeli kredi desteği verdi.”
“Peki, yeni bir okula başlayınca zorlanmadın mı?”
“İlk günler zor gibi geldi ama çok geçmeden şunu fark ettim:
Vatanın, senin bir parçan evlat! Beynin, yüreğin, elin, kolun, ayağın gibi… Gurbetteyken hep eksik, yarım yaşarsın. ‘Burada medeniyet var.’ deyip, kendini avutursun ama yurduna döndüğünde anlarsın ki, o ana kadar yarım kalmışsın. Seni vatanın tamamlayacaktır. “
“Biz yeni nesil, sizler kadar uyumlu değiliz baba. Yeniliklere açık görünüyoruz ama alışkanlıklarımıza öyle bağımlıyız ki, aynı koşullarda senin kadar mutlu olabilir miydim, bilmiyorum.”
“Şimdiki gençler, rahata alışkınlar, düzenleri bozulmasın istiyorlar. Hele yarın bir başınız sıkışsın, ‘Yapamayız!” dediğiniz her bir şeyi başarırsınız evvel Allah. Her şeye rağmen gençlere güvenmek lazım Serhat. Eminim, şartlar neyi gerektirirse öyle davranacak gücünüz de, bilinciniz de var. Mutluluğa gelince, bizim zamanımızda hayatın akışına duygular yön vermezdi. Yüreğimizin ve mantığımızın sesini dengelerdik. Öyle olunca da hayatla hep omuz omuza ilerlerdik. Yani, mutluluk doğal olarak peşinizden gelirdi.”
“Annem bana Atatürk’ü anlatırken, ‘O gittikten sonra hiçbir şey, bıraktığı gibi kalmadı.’ der.”
“Evet değiştik, daha doğrusu değiştirildik oğlum. Ancak bu değişim, ileriye doğru olmadı maalesef… Atatürk, ‘Bağımsızlık benim karakterimdir.’ der, ulusunun da hep bağımsız yaşamasını isterdi. Çünkü biliyordu ki, bağımsızlığına muktedir olan bir milleti, uygarlık yolunda hiçbir güç durduramaz. Müslüman halklar arasında, bağnazlıktan uzaklaşarak laik cumhuriyetle Müslümanlığı sentezleyebilen tek lider Gazi M. Kemal Atatürk’tür. Onun yolunda ilerleyen her millet -hele bizim ülkemiz gibi, kaynakları sonsuzsa- eninde sonunda dünyaya hâkim olacaktır. Oysa Türk Milletinin ilerlemesi, dünyaya hâkim olmak isteyenler için ciddi bir risktir. İşte bunu önlemek isteyen sömürgeci devletler, akıl ve teknolojiyle binlerce kilometre uzaktan içimize girdiler. “
“Yapma baba! Bizi bizden başka kim durdurabilir?”
“Doğru söylüyorsun Serhat. Zaten harici bedhahlar da bunu biliyorlar. Onun için, dâhili bedhahlarla bizi bize karşı kışkırtıp, Atatürk’ün ‘Ne Mutlu Türküm Diyene!’ vecizesini anlamak istemeyenleri maşa olarak kullanıyorlar. Yavaş yavaş, adım adım uyutuluyoruz… Uyuşturucuyu damarlarımıza o kadar yavaş zerk ediyorlar ki, farkına bile varamıyoruz.”
“Bir de sen hep, ‘Uyandırıldığınız Rüyadan’ bahsedersin baba. Ne rüyasıydı bu? Neden uyandırıldınız ve kimdi sizi uyandıran?”
İç çekme sırası kendisine gelen yaşlı adam gözlerini kapatarak, adeta her bir sözcüğü bin kere vurgularcasına konuştu:
“Değişim için uyutulurken, aynı zamanda da bir ülkenin tek gerçek mutluluğu olan tam bağımsızlık rüyasından uyandırılmış olduk oğlum… Çocuklarımıza ve sizlerin çocuklarına, Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkeyi bırakmak isterdik ama olmadı, başaramadık.”
“Hayır baba. Sen, annem ve sizler gibi değerlerine sahip çıkan milyonlarca aile, bu vatanı emanet almaya layık çocuklar yetiştirdiniz. Sizin evladınız olduğum için her zaman gurur ve mutluluk duyuyorum. Asıl uyuşturulan biz gençleriz. Televizyonla, bilgisayarla, marka eşyalarla, para pulla… Sizler uyutulduğunuzun farkındasınız. Oysa biz, bırak uyanmayı, daha uyuduğumuzu bile fark edemiyoruz.”
“Ne fark eder aslanım? Sonuçta bir yanımız hep hüzünde kalmıyor mu? Sağ bacağına elin değdiğinde, teninin sıcaklığı yerine, protezinin soğukluğuyla irkilmiyor musun? Senin bacağını alan o mayını yurduna döşeyenlerin, özgür iradeleri olmadığını, sömürgeci devletlerin kuklaları olduklarını bildiğin halde, elin kolun bağlı yaşadığın sürece, uyusan da, uyanık kalsan da hep hüzün, her şey hüzün değil mi?”
“Baba, ben aşığım, yurdumun taşına toprağına, kocaman yürekli insanlarına, göklerin yıldızı şanlı al bayrağıma… Öyle bir sevda ki bu, hüznün soğukluğunu yangın yerine çeviriyor. Bugün çağırsalar yine gider, gerekirse diğer bacağımı, kolumu da bir an tereddüt etmeden veririm. Sen az önce, ‘Seni vatanın tamamlar.’ demedin mi? Vatan elden giderse; mal, mülk, kol, bacak, hatta akıl, yürek yerinde dursa da, yarım kalmaz mıyız?”
Tahsin amca, içindeki burukluğa rağmen sevgiyle oğluna bakarak, gülümsedi:
“Kalırız ya Serhat’ım. Ne mutlu bana ve annene ki, bu gerçeğin farkında olan, senin gibi bir evlat yetiştirdik…”
Aslı Dinçman
İzmir, 01 Mayıs 2013
* * *