Türkiye’de son zamanlarda özürlülerle ilgili büyük bir kavram karmaşası yaratılmaktadır. Ben uzun zamandır bu haksızlık üzerine düşünüyor ve vardığım sonuçları sizlerle de paylaşmak istiyorum.
Geçtiğimiz günlerde bir televizyon programında Dr. Elçin TAPAN, Down Sendromlu oğlu Erel’i yetiştirirken yaşadıklarını anlattığı kitabından söz ediyordu. Altyazıda ise sayın TAPAN birdenbire “SPASTİK BİR ÇOCUK ANNESİ” oluverdi…
Bu iki terim eşanlamlıymışçasına nasıl kullanılabilir? Down Sendromu’nun tümüyle zekayı etkilediğini biliyorum. Ben ise oksijensizliğe bağlı olarak sinir sisteminde ya da beyinde meydana gelen bir hasar nedeniyle sadece hareketlerimi denetleyemiyorum, bu özelliğimin bilimsel tanımı da “Serebral Palsi”; yaygın tanımla “SPASTİK”.
Aslında bu hata ilk değil. Spastikler sürekli olarak Down Sendromlular ya da Otistiklerle karıştırılıyor ve artık buna son verme zamanı geldi. Çünkü bu gidişle biz spastikler, “Zeka özürlü” statüsünden kurtulmak bir yana, onu benimsemeye bile başlayacağız…
Spastiklerin yaşadıkları sorunların boyutları tahmin edemeyeceğiniz kadar korkunçtur. Zaten toplum tarafından yanlış tanınıyor ve dış görünüşümüzdeki farklılıklar nedeniyle zihinsel engelli zannediliyoruz. Bir de Down Sendromu gibi ağır bir zeka geriliğiyle özdeşleştirilirsek, düşünce gücümüz bütünüyle göz ardı edilecektir.
Kanımca dünyadaki tek özür, ZEKA GERİLİĞİDİR ve spastikler de çoğunlukla normal bir zekaya sahiptirler… Şimdi, düşünmeden duramıyorum; acaba Down Sendromluların ailelerine “SPASTİK” terimiyle bir paye mi verilmek isteniyor? Eğer böyle bir “YALAN DÜNYA” kurulması amaçlanıyorsa açıkça duyurulsun ki, biz spastikler de ailelerimizle birlikte, moralimizi bozmayalım (!?!)…
Spastikler tüm özürlü gruplarından ayrılmalıdırlar. Bildiğim kadarıyla Türkiye Sakatlar Konfederasyonu”nda bile bedensel engelliler statüsündeyiz. Ne yazık ki, -öyle olması gerektiği halde spastik olmak bireye sadece bedensel kısıtlamalar getirmiyor ve uzmanların zannettiği gibi her şey rehabilitasyonla çözülmüyor… Keşke öyle olabilseydi… Herhangi bir olguyu tam olarak anlamamız için, onu tüm benliğimizle hissedebilmemiz, YAŞAMAMIZ gereklidir. Biz spastikler de SADECE YAŞAYANLARIN ANLAYABİLECEĞİ bir sakatlığa sahibiz…
Kişi, gözlerini kapatıp “Görmemeyi” algılamaya çalışabilir ve o anda sonsuz karanlığı hissedebilir, kulaklarını tıkayıp sessizliğin dünyasına konuk olabilir, tekerlekli sandalyede birkaç saat ya da gün geçirmeyi, elleri yokmuş gibi davranmayı, hiçbir şeyi mantıklı düşünmemeyi ya da hiç konuşmamayı ve otistikleri anlamak amacıyla, belirli bir süre iletişim kurmamayı da başarabilir. Ne var ki, SPASTİK OLMAYI GERÇEKTEN HİSSETMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR…
Diğer özürlü grupları var olmayan, ya da işlevini yitirmiş organları kullanamazlar. Bizler ise bir anlamda, KENDİ BEYNİMİZLE, BAŞKASINA AİT OLAN BİR BEDENİ DENETLEMEYE ÇALIŞIRIZ…
Bu tanımı hiçbir uzman bilemez. Onlar sadece tıp kitaplarında okudukları teorilerle spastikleri rehabilite etmeye çalışırlar. Eğer konu, on beş-yirmi kitap okuyarak ya da altı-yedi yıl çalışarak çözülebilecek kadar basit olsaydı, bugüne dek tüm sorunlarımız biterdi… Unutmamalıyız ki, İNSANI ANLAMADAN, ONA HİZMET VERMEK OLANAKSIZDIR…
Spastiklerin en önemli gereksinimi, işlevini tam kapasiteyle (Motor-kontrol hariç) yerine getirebilecek tek organları olan beyinlerinin, yani zihinsel potansiyellerinin gerektiği biçimde geliştirilmesidir. Ne var ki, bizim özürümüzü hissetmek mümkün olmadığından, duyarsız uzmanların fiziksel gelişim saplantıları ortaya çıkmakta ve çok önemli olan bu yaşamsal ihtiyaç yadsınarak, uzay çağında yaşamamıza rağmen, yüzlerce BEYİN GÜCÜ çöpe atılmaktadır…
Burada, korkutucu bir çelişki karşımıza çıkmaktadır. Spastik olmayı hissetmenin hiçbir yolu yoksa, anılan özürlü grubuna kaliteli hizmet nasıl götürülecektir?
Bu sorun ancak, spastiklerin diğer elemanlarla işbirliği içinde rehabilitasyon faaliyetlerine katılmaları ve uzmanlara rehberlik etmeleri sağlanarak giderilebilir. Elbette, bu görev için öncelikle eğitim gerekmektedir. Ailelerin de bilinçlendirilmesinin ardından, konuya İlgi duyan özürlüler belirli bir eğitimden geçirilerek, rehabilitasyon merkezlerinde çalıştırılabilirler.
Böylesine yenilikçi bir uygulama şu anda Türkiye koşulları için mümkün olmadığına göre, daha pratik çözümler getirmenin kaçınılmazlığı açıktır.
Spastikleri eğitecek elemanlar belirli bir süre onlarla birlikte olmalı, bu uygulamayı meslek yaşamlarının en önemli deneyimi olarak düşünmeli ve tüm önyargılardan, kalıplaşmış düşüncelerden sıyrılarak BİZLERİ TANIMAYA/ANLAMAYA ÇALIŞMALIDIRLAR… O zaman, İNSAN ZEKASININ TÜM FİZİKSEL KISITLAMALARIN ÜSTÜNDE OLDUĞUNU FARK EDECEKLERDİR…
ASLI DİNÇMAN
İZMİR, 29 MART 1996